"Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı
O bizim kavuşmalarımız a yarim, mahşere kaldı.."
Balkanlar’da yaşayan Türkler’in o coğrafyada yaşadıkları baskıya, hor görülmeye ve ötekileştirilmeye dayanamayıp, evlerini yurtlarını bırakarak çıktıkları göç yolculuğunun acı bir çığlığı bu türkü..
Akan’ın işe giderken arabada dinlediği radyo kanallarından birinde çalıyor şimdi. Muhteşem başlamış bir sabahın ilk ışıklarında az sonra yüzlerce kişiye yapacağı konuşmayı aklında çevirirken bu türkünün sırası mı şimdi?
Ne zaman bu destana dönüşmüş ezgiyi duysa çocukluğunu anımsayarak yüreğini gözlerine dolduruyor. İstanbul’un sabah trafiği sabrını sınarken birdenbire; 5-6 yaşlarında Üsküp’teki o ilkokul bahçesinde; sadece azınlık olduğundan, sadece babası onlara yaşama hakkı tanımayan sistemi eleştirdiğinden, istenmeyen çocuk damgası yiyip, yeni yıl kutlamaları için okula gelmiş Noel Baba’nın kucağından suç işlemiş gibi apar topar indirildiği o ana gidiyor zihni.
Çocuk kalbiyle yaşadığı derin hayal kırıklığını yeniden hissediyor.
Sonra Makedonya’da el üstünde tutulan Sırplar’dan olmayıp üstüne üstük Müslüman Türk azınlık olduklarından, devletin şehir merkezine hayli uzakta yerleştirdiği, içinde eğilerek iki büklüm dolaştıkları o küçücük çatı katındaki hüzünlü, en ufak bir umut ışığı yakmayan yılları hatırlıyor birden.
Ülkede tanınmış bir yazar olan babası devletin sevmediklerinden olduğu için maaşının büyük kısmının kesildiği, öğretmen olan annesinin sebepsiz işten çıkarıldığı fakirlik içerisindeki yıllar..
Derken; hayal kurması yasaklanan, yönetim, tıp, mühendislik gibi kariyer vaadeden mesleklerle ilgili eğitim almasının sistem tarafından engellendiği, geleceği çalınmış gençliğine gidiyor aklı. Herkese yetecek kadar kaynağın bulunduğu dünya denen bu barınakta, insanlar arasında neden böylesi bir eşitsizlik, böylesi bir ayrım, böylesi bir kin olduğunu bir türlü algılayamıyor ilk gençliğinin toyluğunda.
Akla düştü mü gitmek bilmeyen hatıraların içinde hızla ilerlerken, birazdan sahne alacağı konferans salonuna ne ara vardığını fark etmiyor. Arabasını park ederken; nerede, ne yapıyor olduğuna oldu olası umarsız davranan gözlerinin nemini siliyor. Sanki üzerinden 30 küsür yıl geçmemiş gibi tazelikle canını yakan ama aynı zamanda onu şimdiki Akan’a dönüştüren tüm anıları pantolon cebinin en dibine itiveriyor.
İnsan kapana kısılmış hissetti mi, ya kaderine teslim olup tuzla buz olmuş bir yaşam sürer, ya da eşsiz bir mücadeleyle o kapandan çıkarak kendine yeni bir yaşam armağan eder. Akan mücadele etmeyi seçenlerden..
O bugün; bükük omuzlarını tutan bir el olmadan, sıfırdan var ettiği bir kariyeri adım adım parlatarak ulaştığı büyük başarıyla; insan denen karmaşık varlığın derin ihtiyaç ve motivasyonlarını, dijital çağda neden özgür tutsaklar olduğumuzu, sistem, sosyal medya ve markalarca zihnimize kodlananları milyonlara anlatarak yeni ufuklar açan küresel çapta bir araştırmacı..
Onu ilk kez o sahnede görüyorum. Sene 2010.. Çalıştığım şirketin konferans salonundaki CEO’dan stajyerine yüzlerce kişiyi soluksuz koltuklarına mıhladığı gün.
O ana dek; biz insanların neyi, neden yaptığımızı bu denli etkileyici bir gerçeklikte anlatan biriyle karşılaşmadığımdan kelimenin tam anlamıyla büyüleniyorum.
Hemen öncesinde cebine sıkıştırdığı buruk anılardan ise henüz haberim yok. Başarısının arka perdesinde biriktirdiklerini ancak yıllar sonra hikayesini dinleyince anlıyorum...
Ayrıca bakınız; Haddini Aş Hikayaleri 68: Sylvester Stallone
25 Yıl Önce: Bir Göçebe Ruh
Balkanlar’daki azınlıkların uğradığı zulüm ve yaşadıkları gizli tutsaklık hali yıllar içinde bir çok beyin göçüne sebep olmuştu.
Nitekim Akan da 1997 yılının sonbaharında içinde birikmiş büyük bir özgürlük ve keşfetme açlığıyla Üsküp’ten 16 saatlik bir otobüs yolculuğuyla İstanbul’a gelmişti.
90’larda Yugoslavya’da parçalanmalar da başlayınca babası Avni Bey oğlu için daha “parlak bir gelecek” sunabilecek Türk üniversitelerini araştırmış ve o dönem Harvard’lı hocalara ev sahipliği yapan Bilkent Üniversitesi’nden çok etkilenmişti.
Onlar da Türkiye’de yaşayanlar kadar Türk’lerdi ve son derece zeki bulduğu oğlu, Üsküp’teki üniversitelerde onları kabul eden bir kaç seçenekten daha fazlasını hak ediyordu. Akan iş dünyasını öğrenmeli, İşletme okumalıydı. Okulu bitirip Üsküp’e döndüğünde bu ülkeyi dönüştürebilecek başarılı iş adamlarından biri olabilirdi.
Avni Bey oğlu için harika bir vizyon çizmişti çizmesine ama onun okul bitince geri döneceğini düşünmek hiç gerçekleşmeyecek bir hayaldi.
İnsan bir kez kabuğundan çıktı mı, dünyaya baktığı pencere büyür ve o kabuğun içindeki haline bir daha dönemez.
Tüm Rumeli evlatlarına atalarından miras kalmış o göçebe ruh; Akan’a kabuğunu kırdıracak ve dünyaya savuracaktı.
Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni burslu kazanarak Ankara’ya gelmek onun için büyük bir devrimdi. Yaşamında ilk kez bu kadar kalabalık bir şehir, bu kadar büyük yapılar, bu kadar büyük bir kütüphane görüyordu.
Bana o dönemleri anlatırken hayıflanarak “Üniversite yıllarımı o kütüphanede sürekli kitap okuyup, ders çalışarak geçirdim. Ankara sokaklarında hiç kaybolmadım. Üniversite yılları öyle geçirilir mi hiç be Pınar?” dediğinde ona düşüncelerimi söyleyemedim.
Ama bana kalırsa; çok yeni keşfettiği bu bambaşka dünyayı, farklı yaşam biçimlerini enine boyuna anlamak ve dahasını görebilmek için hazırlanıyordu sadece.
Kuş yuvadan çok daha uzaklara uçmadan kanatlarını güçlendiriyordu.
Meraklı Ayakkabılar
2021’in Şubat’ında yayınladığı Öngörülmeyenler isimli kitabında yaşamının bu döneminden bahsederken kullandığı şöyle bir kaç satır var:
.
“Meraklı ayakkabılarımı giymiştim. Geleceği merak ediyordum. Yeni çağı hayal ediyordum. Doğu Avrupa ülkelerinden bir tek bize uğramamış özgürlükleri merak ediyordum. İleride içimdeki bu sonsuz merak duygusundan bir kariyer oluşturacağımı ise henüz bilmiyordum.”
Üniversite yıllarında derslerdeki muazzam başarısı, merak etme, araştırma ve bilgiyi yorumlama aşkı; akademisyen Anjaritta Rantanen ve Selçuk Caner’in dikkatini çekmişti. Akan’ın içinde, kendini sonsuz bilgiye adamış bir kaşif vardı ve desteklenirse çok başarılı bir akademisyen olabilirdi. Bu iki harika insan Akan’ın elinden tutacak, bıkmadan yönelttiği neden, nasıl sorularını usanmadan cevaplayacak ve Akan’ın Doğu Avrupa Araştırma Bursu kazanarak ABD’deki Case Western Üniversitesi’nde MBA yapmasına vesile olacaklardı.
17 yaşına dek Makedonya sınırlarından hiç çıkmamış bir adam, bu uluslararası MBA programıyla, 20’lerinin başında önce Doğu Avrupa’ya ve oradan da ABD’ye uzatacaktı ellerini.
Viyana, Prag, Varşova, Budapeşte, Ohio.. Her birinde gördüğü farklı beyinler, yaşam tarzları, kültürel yapılar, öncelikler ve ilişkiler; Akan’ın insanı ve sistemleri anlamaya yönelik meraklı açlığını pekiştirecekti.
MBA sonrası yine Anjaritta’nın ısrarlı yönlendirmesiyle Columbia Üniversitesi’nde doktoraya kabul edilse de, eğitimine hiç başlayamayacaktı. Balkanlar’daki parçalanmış hayat Akan’ın tüm ailesini Türkiye topraklarına sürüklemiş ve İstanbul’a yerleşen aile bir kaç yüz binlik nüfustan kalkıp bu devasa kente gelince sudan çıkmış balığa dönmüştü. Henüz alışamadıkları bu kentte Akan’ın varlığına ve desteğine ihtiyaçları vardı.
Ve Akan; oğullarının kanatları genişledikçe geçmişini, ailesini ve bağlarını geri dönülmeyecek şekilde kopartmasından korkan ailesinin yoğun ısrarlarına teslim olarak İstanbul’a kesin dönüş yapacaktı.
Nedenler Peşinde Bir Beyaz Yakalı
Doktoraya neden gidemediğini anlatırken gözlerini bulutlandıran gizli saklı bir sitem hissediyorum. İnsan bir çok şey başarmış olsa da, içinde ukte kalan bir kaç “keşke”si olabiliyor yine de. “Peki İstanbul’a dönünce ne oldu?” diye heyecanla sorarak kafasını dağıtmaya çalışıyorum kendimce.
Kendimi pazar araştırmaları şirketlerinde çalışırken buldum, diyor.
2000’li yıllarda sektörde hatırı sayılır bir prestije sahip olan bu şirketler, çok çeşitli markalar için gerçekleştirdiği araştırma ve anketler sonucunda ulaştıkları verileri özetliyorlardı. Akan araştırma sektörüne adım attığında meraklı gözlüklerinin numarası büyüyecek ve ellerinde tuttukları altın madeni olan müşteri verilerini daha derin sorgulamaya başlayacaktı.
Birileri bir bankanın yeni reklamını sevmemiş, birileri bir marketin raflarını çok beğenmiş, birileri yeni çıkacak hizmetin ihtiyaçları karşılamayacağını düşünüyordu.. Veriler bu kadarını söylüyor ama nedenini açıklamıyordu. Belli ki tüketici tercih ve davranışlarının daha fazla irdelenmesi gerekiyordu. Belli ki insanın derin motivasyon noktalarını anlamak gerekiyordu. Bir veriyi yorumlayabilmek için nedenini bilmeniz gerekiyordu.
Çocuklukta sıkça dilimizdeyken büyüdükçe törpülenmiş merakımızla kaybettiğimiz “Neden?” sorusunun bir insanı nasıl başarılı kılabileceğini çok azımız biliyor.
Oysa yaşamımızdaki en dönüştürücü ve geliştirici sorular "neden?" kelimesi ile başlar.
Ancak ne acıdır ki bu soruyu soranlar çoğunlukla yargılanır, yeni yeni icatlar çıkarttıkları için eleştirilir. Çoğuna göre sorgulamak haddini aşmaktır. Akan’ın çalıştığı kurum haddini aşmasını engelleyince, yıllarca sisteme uyduğu için ezilmiş ruhu başkaldıracak ve gemileri yakacaktı.
Tüketici davranışlarına yeni bir bakış açısı getiren bu adam kısa sürede reklamcılık sektöründe nam saldığından istifasının hemen ardından uluslararası bir reklam şirketi olan Grey’in Türkiye ofisinde Strateji ekibinin başına geçti.
Orada kurduğu global ilişkiler, ajansın küresel ölçekte Türkiye’den çok daha ileride olan vizyonu ve sıklıkla katıldığı yurt dışı konferanslar Akan’ı yeni kavramlarla tanıştırarak onda büyük bir uyanış yaratacak ve henüz 20’lerinin sonundayken kendi araştırma şirketini kurmasına zemin hazırlayacaktı.
Parlak Gelecek (Futurebright)
“Bilirsin Pınar, hiç iddialı konuşmam ama bu başka: Davranışsal Ekonomi çalışmalarını Türkiye’ye getiren benim.” diyor bir anda coşkuyla.
Akan Davranışsal Ekonomi kavramıyla Londra’daki bir konferansta tanışmıştı. Bu yaklaşıma göre; insan rasyonel kararlar veren mantıklı bir varlık değildi. Sanılanın aksine kararların çoğu duygusal beynin eseriydi ve bu duygusal kararlar insan davranışlarını değiştiriyordu. Akan, irrasyonel insanın daha derinine inebilirse kararların nedenlerini bilinç altı ve duygularda arayabilir ve davranışların arkasındaki gerçekliği keşfedebilirdi.
Yeni keşfettiği bu dünya onun kendi işini kurması için gerekli meşaleyi yakıvermişti. 2006 yılında Akan ve iki ortağı biz duygusal varlıkları daha derinden anlayıp daha akıllı kararlara yönlendirmek, kurumlara keşfedilmeyen insan ihtiyaçlarını anlatıp müşterilerine gerçek çözümler sunmalarına yardım etmek için, bambaşka bir araştırma yaklaşımı geliştirerek Futurebright’ı” kurdular.
20’lerinin sonundaki üç genç Türkiye’de o güne dek uygulanan tüm araştırma metodolojilerini yıkıp, ezber bozacakları bir işe soyunma cesareti göstermişlerdi.
Yeniliklere önyargıyla yaklaşan canım ülkemde Futurebright ilk yıl tek bir iş dahi alamayınca, bugüne dek uygulanan metotların neden yanlış olduğunu, veri dünyasının yetersizliklerini ve kendilerinin farklı neler yapabileceklerini anlattıkları bir kitapçık bastırarak ülkedeki tüm büyük kurumlara gönderdiler.
Bu kitapçık sektördeki tüm oyuncuları rahatsız ederek taşları yerinden oynatacak, Türkiye Araştırmacılar Derneği’nce haklarında dava açılmasına sebep olacak ama aynı zamanda küçücük bir deneme işi de olsa ilk müşterilerini bulmalarını sağlayacaktı.
Ve bir işi çok iyi yapıyorsanız sonucunda o biricik müşterinin domino etkisiyle size yeni müşteriler getireceğini bilirsiniz. O ilk müşteri sonrası o zamana dek hiç çalmamış şirket telefonu bir daha susmayacaktı.
İnsan amacına sımsıkı sarılır ve onun için canla başla çalışmayı göze alırsa; hayat onu er ya da geç başarı ile ödüllendiriyor. Akan ilk zamanlarda kendini, niyetini ve çalışmalarını anlatmak için çok çabalamış olsa da, bugün başarıları Harvard Üniversitesi tarafından tescillenmiş, küresel bir çok iş ortaklığı kurarak şirketini globalleştirmiş ve Türkiye’nin Hayal Haritası, Türkiye Mobing Araştırması gibi medyada çokça ses bulmuş bir çok araştırmaya imza atmış bir veri avcısı.
“Nasıl bunca yıldır üretkenliğini korudun?” diye son bir soru sordum görüşmemizin sonunda. Samimiyetle, gözü kapalı verdiği cevabı buraya aynen aktarıyorum:
“Beni motive eden şey hiç bir zaman iş başarısı olmadı ki, hala içimde dev bir insanı anlama açlığı var. Beni bu duygu ayakta tutuyor. Bir noktaya geldim artık tırmalamama gerek yok diye düşünemeyecek kadar açım hala!”
Eğer bugün;
Geçmişte yaşadığınız olumsuz deneyimler,
Dezavantajlı bir yerde doğmuş veya okumuş olmak,
Hissettiğiniz sıkışmışlık,
Parasızlık,
İçinizde zamanla biriktirdiğiniz yaralar,
harekete geçmenize engel oluyorsa; bu hikayeyi ve çok daha fazlasını anlattığı "Öngörülmeyenler" isimli kitabını okuyun. Ruhsal bir tutsaklık, fakirlik, imkansızlıklar içinde doğan bir yörüğün tutkuyla dönüştürdüğü bu yaşam hikayesi içinizdeki karanlığa bir mum yakabilir.
Hikayemi Akan’ın kitabındaki son cümlelerle noktalıyorum:
Bu kitabın sonuna kadar geldiniz ve kendi iç yolculuğunuza çıkmaya karar verdiyseniz, hayatın cesaretinizi kırmasına izin vermeyin. Olduğu yere varan herkes bir yerden başlamak zorunda kalmıştı.
***
Küçük Bir Ekleme:
Haddini Aş E Bülten ailesine henüz üye değilseniz, haftanın 3 günü gönderdiğimiz ilham verici içeriklere ulaşmak ve sürpriz hediyelerimizden yararlanmak için buradan ailemize katılabilirsiniz.
Comments